DOĞAN CÜCELOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOĞAN CÜCELOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2013 Pazar

DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN .....

Nurdoğan Arkış birlikte eğitim verdiğim değerli bir sosyal bilimci. Geçenlerde sohbet ediyorduk, o gün tanık olduğu bir olayı anlattı. Olayı onun gözünden dinledim. Öyküyü dinlerken gözüm yaşardı; içimde bir hüzün oluştu.

Çocuğun yalnızlığını düşündüm.
Çocuk yalnızdı, ama yaşadığı duygulara, “yalnızlık” diyebilecek bir bilince henüz sahip değildi.
Anne yalnızdı, ama yaşadığı duygulara ne anlam vereceğini sorgulayamayacak kadar kalıplanmış ve kurutulmuştu. Bildiği, kendine yapıldığı gibi, korkutmaktı. Konuşturmamaktı. Anne yalnızdı ve korkuyordu.
Beslense büyüyüp gelişip ulu bir meşe ağacı olacak potansiyeli olacak olan meşe palamudu ortamını bulamayınca nasıl bir cılız ağaç olacaksa, bu çocuk da gelişemeyecekti.
Bu öykünün sizlerle paylaşılmasını istedim; “Nurdoğan, bu öyküyü yazsana, lütfen,” dedim.
Geçen gün mesaj geldi.
“Hocam öyküyü yazdım,” diyordu ve bağlantısını veriyordu: http://www.nurdoganarkis.com/index.php?sayfa=icerik_goster&id=333
Umarım okursunuz.
Selamlar, sevgiler,
Doğan Cüceloğlu

27 Nisan 2013 Cumartesi

ÇALIŞAN ANNE OLMAK

İsmini saklı tuttuğum çalışan bir anneden mektup aldım. Çağımızın önemli bir sorununu kendi yaşamından örnek vererek sorgulamama yol açtı. Bu mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. Siz ya da tanıdığınız bir yakınınız aynı durumda olabilir.
Sevgili Doğan Bey,
Biri 5,5 diğeri 2,5 yaşında iki erkek çocuk annesiyim. Çalışmak beni hayatta önemli hissettiren bir meşgale, ancak çalıştığım zaman kendimi önemli hissediyorum. Bunda geçmişimin ve ayrı anne babanın çocuğu olarak büyümemin etkisi çok sanırım; bu ayrı ve uzun bir mevzuu.. Sizinle paylaşmak istediğim ülkemde çalışan ve çocuklu bir anne olmanın ne kadar zor olduğu.
Çalışan çocuklu anne olmanın benim yaşamımda en önemli zorluğu diğer kadınların, özellikle çalışmayan kadınların, beni eleştirmesi oldu. Zaten içten içe çekiştiğim bir vicdanım varken ve onu bastırmaya çalışırken, çalışmayan annelerin beni dolaylı olarak kötü anne olarak eleştirmeleri ve motivasyonumu bozmaları dayanamayacağım bir yük gibi geliyor.
Ben her iki oğlumda 9 aylık olduğunda çalışma hayatıma geri döndüm. İnanın iş-çocuklar ev işleri hiç bir şey beni etrafımdan en yakın tanıdıklarımın desteksizliği ve eleştirileri kadar yormadı. En zor günlerimi inatla atlattım. Ancak o kadar çok inat edip içime attım ki artık bu durum işime ve psikolojime yansıdı. Kendimi yeteri kadar başarılı göremez, her şeyi yarım yarım yaptığımı düşünür hale geldim. Çalıştığım şirkette üst yönetimde olduğumdan artık iş yerimdeki problemleri de büyütüp kafaya takan ve sıkıntı yapan bir insan oldum. 

Bu sebeple en sonunda bir ay önce yönetimle konuşarak, halledebileceğim bir mevzuyu istifa ederek çözüp, işyerimden ayrıldım. Çalışan anne (çocukları ile yeterince ilgilenmeyen anne) olma durumu beni o kadar çok yordu ki, kendimi anne olma (çalışmayan kadınlara göre gerçek anne) olma durumunu kabullenmiş olarak evimde buluyorum.
Sizin bir televizyon programınızda bahsettiğiniz gibi kadınlarımız o kadar kendine güvensiz ki bu güvensizliği iyi anne olma adı altında çocuklarının üzerinde göstermeye çalışarak kamufle etme çabasında. Maalesef bu yüzden ülkemizde çalışan başarılı anne sayısı çok az, bunu başaran kadınlarında gerçekten çok çok büyük destek ve takdire ihtiyacı var. Bu konuyu da bir başka televizyon programınızda işlerseniz çok memnun olurum.
Saygılarımla,
İsim Soyadı
Mektubu okudunuz. Bir yanda çocuğun anneye sahip olma hakkı, diğer yanda meslek sahibi üretken bir insan olan meslek sahibi kadının mesleğinde çalışma hakkı var. Her ikisi de kendi gereksinmelerinin karşılandığı, kazançlı çıktığı bir ilişki içinde nasıl olabilir?
Geçenlerde bir seminerde konuşurken ağzımdan şu cümle çıktı sonra bu cümleye sahip çıktım ve çok benimsedim:
Bir toplumun bilgeliği çocuklarına verdiği değer kadardır.
Çocuklarına değer veren bir toplumun anneleri çalışmaz mı? Annenin çalışmayan bir anne olması gereği var mı? Bir insan olarak hakkının yendiğini düşündüğü bir toplumsal ortamda anne gerçekten sağlıklı ve iyi bir anne olabilir mi?
Çocuklarına değer veren bilge bir toplumda anne ile çocuk arasında yer alması gereken ilişkide;
- Ailenin diğer üyelerine düşen sorumluluklar var mı?
- Komşulara, tanıdık bildiklere, yakın arkadaşlara düşen sorumluluklar var mı?
- Şirketlere düşen sorumluluklar var mı?
- Topluma ve toplumun organize olmuş bilincini temsil eden devlete düşen sorumluluklar var mı?
- Tüm dünya sermayelerine ve dünya devletlerine düşen sorumluluklar var mı?
Evet, var, diyorsanız, bu sorumluluklar nelerdir?
Hayır, yok, diyorsanız, niçin yok?
Düşüncelerinizi paylaşırsanız sevinirim. Bunun için iletişim formunu kullanabilirsiniz.
Doğan Cüceloğlu (06.05.2012)

25 Nisan 2013 Perşembe

HEPİMİZ BAŞARILI OLABİLİRİZ....

Doğan Cüceloğlu'nun en son makalelerinden biri 'Hepimiz Başarılı Olabiliriz'...........okuyun ve başarılı olabilme düşüncesini  hayata geçirme isteğini, coşkuyla sizde içinizde hissedin.
 


    Basket bir takım oyunudur, diyor Koç John Wooden, UCLA olarak bilinen Los Angeles’taki Kaliforniya Üniversitesi basket takımının koçu. Kendisi, “bir basket için on el gerekir” sloganıyla takımını çalıştırıyor ve sürekli şu üç ilkeyi takip ediyor: 1- ‘Oyunun temellerini kavra ve uygula’ diye Türkçe’ye aktardığım ‘fundamentals,’ 2- Kondisyon (condition) ve 3- Takım ruhu (team spirit)."
UCLA üniversite yönetimi, dünyaca ünlü Bill Watson ve Kareem Abdul-Jabbar gibi iki oyuncusunun forma numaralarını onlara tahsis etmeye karar veriyor. Bu karardan sonra artık 32 ve 33 numaralı formaları onlardan başka hiç kimse giyemiyor.
Koç Wooden bu karara itiraz ediyor. Bu numaralar takımındır, şahsa ait değildir , diyor. Ama çoğunluk farklı düşündüğü için onun sözü dinlenmiyor ve 32 numarayı Bill Watson’a ve 33 numarayı Kareem Abdul-Jabbar’a (o zaman ki adıyla, Lewis Alcindor, Jr.) veriyorlar. Takımın isminin takım olarak bir anlam ifade edebilmesi için, o takımdaki numaraların takımın ruhunu ifade etmesi gerekir, diyor Wooden. “Steve Peterson 1970 ve 1971’de 32 numarayı giymiştir ve UCLA takımının şampiyonluğa yükselmesinde büyük katkıları olmuştur. Yine 1956’da takımına iyi oyunuyla büyük katkıları olan Nolan Johnson 33 numarayı giymiştir,” diye hatırlatıyor.
Bu numaralar belirli bir oyuncunun şahsına inhisar ettirilince, daha önce bu numaraları giymiş insanlara ne mesajı veriyoruz, farkında mısınız, diye soruyor Wooden. Takımın bütünlüğünü bozuyorsunuz, bu numaraları giymiş olanlara, yeteri kadar iyi değildiniz, derken, gelecekte bu takımda oynayacaklara da aslında biz bir takım değiliz, bireylerin isim yapması için takım bir bahane, mesajını veriyoruz, diyor.
Halbuki, John Wooden’ın gözünde, her bir takım oyuncusu başarılı olabilir. Onun başarı anlayışı ilginçtir ve bence üzerinde önemle durulması gereken bir felsefeyi yansıtır.
Koç John Wooden için başarı, her şeyden, önce bir iç huzurudur. Ama bu kendine özgü, özel bir iç huzurudur. Bu iç huzurunun temelinde bilmek ve inanmak yatar. Neyi bilmek, neye inanmak? Elinden gelenin en iyisini yaparak olabileceğinin en iyisi olmaya gayret etmiş olduğunu bilmek ve gerçekten bunu böyle yaptığına tüm varlığınla inanmak. Yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret ederek olabileceğinin en iyisi olmaya gayret ettiğine inanmak insana bir tatmin duygusu verir. Bu insan dingindir. İşte bu dinginlik başarının ta kendisidir.
Bu anlamda, der Koç Wooden, benim takımda herkes başarılıdır ve bu takımın onurlu üyeleri olmayı hak etmişlerdir. Ve ilave eder, “onları basket sayısına göre ayırt ederek ödüllendirmek, oyuncuların gayretine ve takım ruhuna ters düşer ve takımı yaralar.”
John Wooden’ın duyarlığı, değerleri ve düşünceleri sadece bir basket takımı için mi geçerli? Sağlıklı bir aile kültürünün temellerini oluşturamaz mı? Ayrıca başarının tanımının böyle yapıldığı bir okul ortamında oluşan gerçek öğrenme şevkini hayal edebiliyor musunuz?
Bu yaklaşımın toplumun ‘BİZ’ kültürünün temellerini oluşturacağına inanıyorum.
Şöhreti, mevki makamı, görevi, dili, dini, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun hepimiz bir ailenin, bir okulun, bir şirketin, bir toplumun takımında yer alıyoruz.
Hepimiz başarılı olabiliriz.
Doğan Cüceloğlu (21.04.2013)

13 Nisan 2013 Cumartesi

KIYASLANAN ÇOCUK

 Merhaba tekrar, bugün sizlerle  kitaplarını severek okuduğum,programlarını dikkatle izlediğim çok değerli bir yazarın; Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısını paylaşmak istiyorum...Kıyaslanan Çocuk yazısıyla yine bizleri aydınlattı.Biliriz kıyaslamak iyi değildir,başarıya değil,başarısızlığa götürür.Doğan Cüceloğlu'nun etkili dili ile tekrar  hafızalarınızı yenileyin ve çocuklarınıza gerektiği gibi davranın ....

 



 Öğretmen olsaydım nelerin farkında olmak isterdim? Sık sık bu soru aklımdan geçer. Her şeyden önce, her bir çocuğun muhteşem bir potansiyel olduğunu aklımdan çıkarmazdım.
Bu potansiyele nasıl yaklaşılmalı? Bu potansiyeli kalıplamaya değil, bu potansiyeli geliştirmeye çabalardım. Potansiyel olduğunun farkında olmanın yetmediğini bilir, bu potansiyeli kalıplamadan geliştirmek sorumluluğunu da almak isterdim. (‘Kalıplamak’ nedir, ‘geliştirmek’ nedir, konularını başka yazılarımda, özellikle Keşkesiz Bir Yaşam İçin İletişim kitabımda ele alıp irdelediğim için burada ayrıntılarına girmiyorum.)
Ayrıca her bir çocuğun birbirinden farklı olduğunu da unutmazdım. Yani her bir çocuk muhteşem bir potansiyel, ama bir çocuğun potansiyeli diğer bir çocuğun potansiyelinden farklı olabilir. İnsan beyni kendimizi ve dünyayı anlamlandırmak için birçok işlevi sürdürür. Dış dünyayı duygu organlarıyla duyumsarız, çocuklar arasında duyu organlarının duyarlılığı ve işlevleri bakımından farklar olabilir, biri çok iyi görürken öbürü çok iyi işitebilir. Duyu organlarından gelen duyumları bir araya getirir, daha önceki birikimleri de devreye sokarak anlamlandırırız. Bu süreçler yer alırken dikkatin yoğunluğu ve süresi önemlidir. Algılanan ve anlamlandırılan deneyimlerin depolanması gerekir. Depolanma sürecinde, yani belleğe kayıt sürecinde, aksaklıklar önemli öğrenme zorlukları yaratır. Belleğe depolanan bilgilerin sistemli bir şekilde kaydedilmesi gerekir ki, istendiği zaman geri çağırabilelim ve hatırlayalım. Sadece kayıt zamanında değil, geri çağırma zamanında da aksaklıklar oluşur. Bilinen bilgilerle yeni öğrenilen bilgilerin ilişkilendirilmesi ve yeni sentezlerin oluşması gerekir. Bütün bu beyinsel işlevlerde çocuklar doğal olarak farklılıklar gösterirler.
Çocukların beyinlerinin işleyişinden kaynaklanan farklılıklar vardır ve bu doğaldır. Bu farklılıklar yokmuş ya da doğal değilmiş gibi çocuklar değerlendirilip etiketlendiğinde, öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği bozukluğu, bellek bozukluğu gibi sonuçlar ortaya çıkar. Çocuk bu etiketler altında tanımlanıp takibe alındığında ne olur?
Kalıplamayı hedefleyen ve kıyaslayarak derecelendiren eğitim süreci içinde ortalama kalıptan farklı çocuklar ezilir ve bu etiketler altında hem toplumun hem de kendi gözünde yanlış kimlikler kazanır. Umudu kırılır ve başarı için hiçbir çaba harcamaz hale gelir.
Çocukları kıyaslama sistemi içinde değerlendiren bir eğitim sistemi içindeyiz. Dünyanın birçok ülkesinde böyle. Tarihsel, ekonomik, kültürel ve sosyolojik nedenlerden dolayı sistem böyle gelişmiş. Eğitim sitemini oluşturanların ‘ortalama beyin’ için oluşturdukları eğitim sistemi farklı olanları ‘başarısız’ olarak tanımlayacak şekilde yapılandırılmış. Farklı çocuklara farklı eğitim olanakları yaratmak yerine, onları ‘ortalama beyin’ beklentisi çerçevesinde yetersiz, bozuk, ‘kötü’ olarak etiketliyor.
Farklı beyni, farklı yetenekleri olan çocuğun annesi ve babası çocuğa baskı yapıyor, ‘sen de diğerleri gibi yapabilirsin; tembellik yapma, çok çalış,’ diyor. Çocuk başaramayınca onu tembellikle, ilgisizlikle, sorumsuzlukla suçluyor.
Sonuçta kendini sevmeyen, kendini yetersiz, eksik ve değersiz gören insanlar yetişiyor. Eğitimin amacı bu değil, ama böyle hisseden çok sayıda çocuk var. Bu çocukları nasıl geri kazanabiliriz, sorusu önemli bir soru. Ama bence daha önemli soru: Çocukları bu hale düşürmemenin bir yolu var mı, sorusu.
Her bir çocuk kendi yetenekleri çerçevesinde keşfedilip eğitilirse büyük bir şevk ve enerjiyle eğitime katılırlar. Bunun çok örnekleri var. Boyner Yayınları’ndan çıkan bir kitap okuyorum: Her Çocuk Başarabilir. Yazarı Dr. Mel Levine. Bu kitapta Dr. Levine birçok çocuğun klasik kıyaslayıcı eğitim sistemindeki başarısızlıktan özel yetenekleri keşfedilerek başarılı olmaya nasıl geçtiğini anlatıyor. Bu kişiler eğitimlerinden sonra büyük bir güçle yaşama üretici bireyler olarak atılıyorlar.
Ama bireyselliği böylesine hesaba alan ve onu diğerleriyle kıyaslamadan eğitip geliştiren bir eğitim sistemini nasıl oluşturacağız?
Böylesine bireyselleşmiş bir eğitim sistemini geliştirip sürdürebilmek çağımızın en önemli konularından biri; ABD gibi bireyin tekliğine değer veren toplumlar da bile başarılabilmesi zor görünüyor. Bireyi önemsemeyen, eğitimi kitlesel özellikler oluşturmak için bir araç olarak gören toplumlarda, birey odaklı eğitim bir hayal olarak bile henüz konuşulamıyor.
İş adamlarımız dünya piyasalarında varlık göstermeye başladı; bu yüz yıl önce akla hayale gelmeyecek bir durumdu.
Bilim insanlarımız ve düşünürlerimizin eğitim sistemini yeniden düzenleyebileceğine ben inanıyorum.
Ne zaman, bilmiyorum.
Ama ‘doğru olanın farkına varan’ ve ‘doğruyu bilen’ insanlarımızın ‘doğru olanı yapmak’ konusunda güçlü ve iradeli olacağına inanıyorum.
Doğan Cüceloğlu (14/10/2012)

Hayatın kokusu

Translate